27 Eylül 2012 Perşembe

Bugün Neler Öğrendim


  • Yapılan bir araştırmaya göre dünya üzerindeki insanların %77‘si mutluymuş. Mutlu olduklarını ifade etmişler. Araştırma sonucunda en mutlu Latin Amerika, en mutsuz ise Macaristan çıkmış.
  • Fransada kanunen artık şöyle olacakmış: Genç kız ve bekar bayanlara kullanılan matmazel sıfatı resmi formlar ve mektuplarda artık kullanılmayacakmış. Alayına madam denilcekmiş.
  • Bilgisayar başındayken bir insan, normaldekinden 3 kat daha az göz kırparmış. Göz, ihtiyacı olan sıvıyı salgılayamaz ve gözde kuruluk, batma hissi meydana gelirmiş. Bunu önlemek içinse bilinçli olarak arada bir göz kırpmak gerekiyormuş.
  • Dünyadan 40 ışık yılı uzaklıkta yeni bir gezegen türü keşfedilmiş. Dünyanın 2,7 katı büyüklüğündeymiş. Su gezegeni demişler. Neden çünkü dünyamızdan daha çok suya sahipmiş. +230 derece imiş. Ayrıca bu bilginin devamıyla da hemen internetten edindiğim bilgilerden birisi de dünya üzerindeki içilebilir su oranı sadece %2‘ymiş. Düşünemedi.
  • Karıncalar düşmanlarını asla unutmazmış! Nasıl mı? Muhteşem koku duyularıyla. Düşman bellediklerinin kokularını tanır, bu kokuyu koloni içinde arkadaşlarına da tanıtırmış. Ve koloni içinde ortak bir hafıza geliştirirlermiş. Karıncalar arasındaki güven bağı da çok kuvvetliymiş. Öyle ki, tek bir karıncanın hareketine tüm koloni ayak uydurabilirmiş.

The Big Bang


Bazı sonlar mutluluk getirir. Ya da en azından ertesi sabah resetlenmiş bir şekilde güne başlamanı sağlar. Bu sabah 10’daki dersime yetişmek için uyanmam gereken saati kaçırmış, dolayısı ile derse bir yirmi dakika geç girmiştim. Ama ondan öncesinde, gözümü açıp saate bakmamla birlikte gecikmiş olduğumu anlamam, beni çok acele ettirip derse yetişmem hususunda bir paniğe sokmadı. Oh ne rahattım… Minibüs beklerken hala bir afyon patlaması yaşamamış olduğumu fark ettim. Uzağa bakıyordum, nerede kaldın minibüs gel hadi gel… Derken…
Aman tanrım.
Uzaktan bir ışık bana doğru geliyordu. Bu benim beklediğim minibüstü! O an ağzımın kulaklarıma vardığını fark etmemle kendi kendime gülüşmelerim doğru orantıda yol almaya başlamıştı. Minibüsün önümde durup, benim bineceğim an’a gelene kadar geçen saniyeler içerisinde şunları düşündüm: “Farkındaysan hala küçük şeyler seni mutlu etmeye yetebiliyor. Aferin sana kızım. Önemsiz şeyleri kafandan silip atmanın kolaylığına geçtiğimiz gece varmış olmalıyız anlaşılan. Şimdi huzura kavuştuğun an onu yakalayıp yoluna devam etme zamanı.”
Uykusuz ama yine de şansın benden yana olduğu bir gündü. Teşekkür ederim dünya…
Tabii sonrasında o minibüs geldi durdu ve ben yoluma kaldığım yerden devam ettim her zamanki mutluluğumla.
Afyon patlamıştı artık.

Karga


Bir illüstrasyon gördüm az önce. Bana sabah bineceğim aracı beklerken fark ettiğim bir şeyi hatırlattı. O an fark etmiştim fakat sonrasında araç yine o etrafıma en güzel şekilde adapte olup gözleme başladığım sırada geldi ve işi yarıda kestim. Gördüğüm şey, 3. kattaki bir evin balkonunun demirliklerinde gezinen, büyük bir karga idi. Tam konduğu esnada ben başımı yukarı kaldırmış, onu görmüştüm. Ne işi var şimdi onun orada merakıyla yaklaşık 10-15 saniye izleyebilmiştim onu. Balkondaki çamaşır iplerini çekiştirmeye başlamıştı. Gagasıyla karıştırdıkça karıştırıyordu ipleri. Boyutunun büyüklüğü de çok ilgimi çekmişti ve devamında neler yapacağını çok merak etmemle minibüsün gelip önümde durması ve benim binmek zorunda kalmam bir oldu.
Sonra okuldan geldim, uyudum, uyandım derken vakit geçti ve ben o sabahki anlarımı bu illüstrasyonla hatırladım. Hatırlattı daha doğrusu.
Sanatçısı Jeremy Aaron Moore imiş.

25 Eylül 2012 Salı

Yazılmasa da Olurmuş

Uzun zamandır düzenli uykuya sahip olmadığımdan ve artık dün sabahlamayı bırakıp kendim için ideal uyku saatinde yatıp sabah erken kalktığım için günün sonunda yüzümün esas güzelliğine kavuştuğunu gördüm. İnsan kendini tanıyor ya, kendini diğer herkesten daha çok görüp daha çok inceliyor ya, işte bu bütün detaylı değişimlerimizi fark edebilmemizi sağlıyor. Ve güzellik uykusu denen bir şey gerçekten var. Bunu sadece bugün ortaya çıkarmadım. Daha önceki izlenimlerinden de biliyorum.

Evet az önce dişlerimi fırçalıyordum ve sağ kolum havadayken aynadan gördüğüm yansımamda kolum ve bileğim arasında kalan bölgede sigaranın çapı kadar büyüklükte bir morarma gördüm. İlk gördüğüm saniyede aklımda geçen soru: "Allah Allah burayı nereme çarpmışım ki ben?" Ama işte hatayı görüyoruz değil mi şimdi bakalım; "burayı" ve "nereme" sözcüklerindeki Y ve M sözcüklerinin yerini değişince daha doğru oluyor cümle. İçimden geçirdiğim bu soru içimden geçer geçmez, cümle biter bitmez bunu fark ettim. Evet kendi iç seslerime dikkat edip cümle ve sözcük hatalarını da bulup düzeltmeye başladığıma göre artık olmuşum ben, olmuşum evet.

Ve bugün bir kek yaptım. Hayatımda yaptığım en güzel kekti, ama portakal dilimlemedim (Nil'e selam). Onun yerine ekstra ilave olarak tarçın, ceviz ve biraz kakao kattım. Şarkı zaten hüzünlü bitiyordu, o yüzden orayı hiç karıştırmayacağım. Önemli olan kekin tadı.

19 Eylül 2012 Çarşamba


Herhangi bir yerde herhangi bir eğitim görülen alanda ne öğretiliyorsa, ona dair 3 boyutlu ya da 5 boyutlu videolar hazırlanabilir. Mesela beş boyutlu sinemalara gidiyoruz, gözlükleri takıp başka bir dünyanın içine giriyoruz. Bu yöntemle örneğin bir biyoloji dersi çok daha eğlenceli hale getirilebilir. Düşünsenize mesela iç organlarda yolculuk yaparak öğrenilen şeyi bir çocuk unutabilir mi bir daha? Eğlenirken öğreniyor olacak o esnada.
Sadece okullarda da değil, kurslarda da bu uygulansa ne güzel olur. Mesela bir sürücü kursunda arabayla ilgili öğretilen parçalara, sistemlere, özelliklere dair arabanın nasıl çalıştığını anlatan bu çeşitli videolar kursiyerlerin hangi parçanın ne işe yaradığını, nasıl çalıştığını öğrenmelerini daha da kolaylaştıracaktır.
Bu saydıklarım sadece birer örnek. Anlatılmak istenen ve düşüncenin gerçekleşmesi doğrultusunda amaçlanan ise, sıkmadan sıkılmadan, eğlendirerek, daha da dikkat çekici hale getirerek öğretebilmek. Alışveriş merkezlerinde 7-8 dakikalık, keyfi izlenen 5 boyutlu videoları hazırlayabiliyorsa bu insanlar, eğitim için de bir şeyler yapmalılar. Türkiye’de ya da dünyanın herhangi bir yerinde böyle bir uygulama var mı, görmedim bilmiyorum ama yok ise mutlaka yapılmalı.

18 Eylül 2012 Salı

Bağdaşla Kafa Kafaya

Hiç kimsenin yerini bir başkasının alamayacağını öğreniyorum; ister eş, ister dost… Nefesinin bir an kesilmesiyle birlikte saniyeler sonra soluğuna kavuştuğun an, o nefesin hayatın için ne denli mühim olduğunu kavrar gibi, bazı insanların da hayatımdaki rolünü keşfediyorum, kavrıyorum. Bunlar iyi şeyler getirir ya da kötü şeyler getirir, bu mühim değil bahsini geçirdiğimde. Mühim olan gelenin, gidenin, kalanın ne bıraktığıdır. Onların sana hayatının bir noktasında -iyi ya da kötü- ne öğrettiğidir.
Bu geceye doğru gökten sesler duydum. Gök gürlüyor gibiydi. Sandım ki yağmur yağacak. Oysa o sesler uçak sesleriymiş.
Sonra bir de günlerdir, belki haftalardır konuşamadıklarım var. İnsan üzülüyormuş. Bir de ufacık bir ipucundan dünyalara ulaşabiliyormuş, yeter ki istesin!
Ve uyuyan birinin yanında bulunuyor ise, o kişinin rüya esnasındaki gülüş seslerini duyabiliyormuş. Ne görüyorsa artık şu an daha çok merak ettim…
Sonra ödevleri birikebiliyormuş. Her zamanki son dakikaya bırakmalarına kızıyormuş, -her zamanki gibi. Hüzne boyanabiliyormuş sevinç çığlıklarının ortasında. Soft geçen bir pazar gününü değerlendirilemez bulabiliyormuş. En sade ve güzel kişiyle geçse dahi o pazar…
Yazarken yorulabiliyormuş… Anlatacaklarını hangi sırada yazacak diye ve sözcükleri düşüncelerine yetişemediği için aklı karışabiliyormuş.
Bu hoşuna gitmiyormuş Turuncu'nun ama, bazı şeylerin sebeplerini aramaya devam ediyormuş.
Bazen işin saflığındayken çocuklaştığını görüyor, bazense karışıklığın içinde kendini sakinleştirmeye ve asabiyetine hakim olmaya çalışırken buluveriyormuş kendini.
Tüm bunlardan bahsederken de garip bir anlamsızlık içinde hissediyormuş kendini. Bunları dökmeye iten şeyin garipliğiyle, boşluk arasında gidip geliyormuş. Belki bir süre havada kalmış. Kafası çok karışmış. Toparlayamamış, tekrar inmiş aşağıya. Şimdi ise yerde bağdaş kurmuş boş boş oturmakta.

Hava kararmaya başlayınca sevdiğim sakin müzikleri dinlemeye koyulursam hissettiğim yorgunluk giderek azalıyor. Hatta yorgunluğun yerini huzur kaplıyor. Günün başka bir zamanında değil, sadece hava kararmaya durduğunda oluyor bu. Ağacımın dalları arasından süzülen ve odama dolan loş ışığı seviyorum. Üstelik dün de dünyamızın uydusu olan pek sevgili ay’ın kendisini en büyük gösterdiği gece idi. Bugün de bakmak istiyorum. Bugün de güzelliğini koruyor olur eminim. Yine sakinleştirir beni. Ay ışığına vuruluruz belki Şebo'nun da dediği gibi. Balkona çıkıp havayı içime doldurmam ise hiç bir zaman aksamıyor böyle gecelerde. Birbirine uzak düşmüş yıldızları izliyorum. Olmaları gereken yerlerini belirliyorum, ama onlar yerlerinden kımıldayamıyorlar. Işıklarını bana veriyorlar. İçimi parıldayışlarıyla dolduruyorlar. Hayatım daha da güzelleşiyor. Huzurla uyuyorum bu gece.

Haziran Yazısı vol2


Yaz saati uygulamasından beri havanın kararma olayı da gecikmeye başladı artık. Şu an 19:00 ve güneş inişe geçiyor burada. Odaya süzülen şu grimsi aydınlık var ya, çok soft geliyor bana. Perdemdeki çiçek desenlerine bakıyorum, güzel duruyorlarmış hakikaten.  Penceremin önüne dökülen ağacın dallarında çiçekler açmıştı bir zaman önce. Çok olmuyor. Ama şimdi bakıyorum, yapraklara dönüşüvermişler. Birden olmuyor, bize birden olmuş gibi geliyor. Fark ettiğimiz zaman ne çabuk gerçekleştiğine şaşıyoruz o kadar. Dallarında kuşlar var yine. Bu saatlerde dinlenmeye geçiyorlar onlar da. Perdeyi ufak bir aralamamla dikkat kesiliyorlar. Tedirginleşiyorlar. Ben bunları görünce o halde, bırakıyorum perdeyi. Dışarıyı izlemeyi kesiyorum ve onlar rahat ediyorlar. Birbirlerine bitişik duruyorlar. Sımsıkı, dip dibe.

Haziran Yazısı

Bu gece de sessiz. Bu gece de huzura doygun. Bu gece de sakin.

Gökyüzünü izlemeye koyulmuştum yine. Sıcaklıkların kendini epeyce belli etmeye başladığı şu günlerde, balkonum hala hafif rüzgarların tesiri altındaydı. Yine dikkatimi bir yıldız çekmişti. Yine tek başınaydı. Ama neden, diğerlerinden daha parlaktı. Pusluydu etrafı, saçtığı ışığı daha bir etkili kılıyordu gözümde. Hava deniz kokuyordu. Bu nasıl oluyor bilmiyorum ama burnuma yosun kokuları da geliyordu. Hoşuma gitmişti tabii ki. Balkon kenarlığına dirseklerimi koydum, eğildim sokağı izledim biraz. Saçlarım o kadar uzamış ki kollarımın arasından ve her yerime dolanmalarından epey hoşnutum şu günlerde. Ben sokağı izlerken onlar da rüzgarın dalgalandırmasına bırakmışlardı kendilerini.

Ay’ı göremedim. Belki sonra çıkar dedim, henüz erkendi ne de olsa. Son kez o deniz kokusunu içime çektim, sokak lambalarına veda ettim ve içeri girdim.
Yağmurun şiddetini artırmasıyla birlikte yükselen toprak kokusunu duyumsamak için evin ön tarafına, balkona çıkmıştım. Yine o güzelim mis havayı, kokuyu içime çekiyordum. Mutluluk veriyordu bu. Ama yetmedi; yağmur, toprak kokusuna sebebiyet vermeye devam ederken bu kokuyu daha da yoğun hissedebileceğim bir yere gitmek istedim: Kendi odama, odamın penceresine. Penceremin dibinde biten bir güzel ağaç sayesinde dipteki toprak kokusunu, yapraklarının kokusunu çok rahat ve büyük bir hazla soluyabiliyordum. Yeşilliklerinde huzur bulabiliyordum. Bu evde en çok sevdiğim köşelerden birisidir bu pencere. Çünkü huzura çıkan bir yolu var. Yaz kış içini ısıtan, naifçe içine misafir edip dinginleştiren bir dostluğu var. İnsan cansız şeylere veyahut bitkilere bu kadar anlam yüklüyor ya, vardır elbet sebebi. Nedir sahi...